Tarihçe Ekoller ve Edebiyatla İlişkisi Bakımından Semiyotik-Göstergebilim
S E M İ Y O T İ K[1]
Mustafa Özsarı
Semiyotik, işaretlerin (signs) yorumlanmasını, üretilmesini veya
işaretleri anlama süreçlerini içeren bütün faktörlerin sistematik bir şekilde
incelenmesini içeren bir araştırma sahasıdır. Disiplinlerarası bir alan olan
semiyotik, değişik işaret sistemlerine dayanan anlam ve bildirişim konularıyla
ilişkili yeni bir bilimdir. Semiyotik terimi –Fransızların kullandığı şekliyle
semiyoloji- Eski Yunanca’da işaret anlamına gelen semeîon kelimesinden gelir. Kökeni tarihsel açıdan eski Yunan
dönemi metinlerine kadar inmekle beraber, çağdaş semiyotik temelde iki kaynağa
dayanır. Bu kaynaklardan birincisi İsviçreli Dilbilimci Ferdinand de
Saussure’ün Genel Dilbilim Dersleri
başlıklı eseri, diğeri ise Amerikalı mantıkçı Charles Sanders Peirce’ün
yazılarıdır. Bu iki düşünür 20. yüzyılın başlarında, işaretin ne olduğuna
yönelik teorilerini birbirlerinden bağımsız olarak biçimlendirdiler. Bu
teoriler, yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren, birbirinden oldukça farklı
pek çok disiplinin temelini oluşturmaya hizmet edecek şekilde gelişti.
Semiyotiğin geliştirdiği teoriler, edebiyat incelemeleri başta olmak üzere,
antropoloji, görsel sanatlar, film incelemeleri vb. pek çok alanın temel
inceleme yöntemi haline geldi. Semiyotik tek bir disiplin gibi görülmekle
birlikte, kullandığı metotlar ve ulaşmak istediği hedefler açısından, epeyce
heterojen bir disiplin olmanın yanı sıra değişik yaklaşımlar tarafından teşvik
edilen ve belirli bir nesnenin değişik felsefi tanımlamaları yoluyla
oluşturulan disiplinler arası bir yöntemdir. Kültürel kodlar, gelenekler veya
metni anlama süreçlerine göre düzenlenmiş işaretler sistemi olarak araştırılan
her şey semiyotik incelemelerin konusu olmaktadır. Mimarî, moda, edebî metin,
mit, resim ve filmler gibi pek çok farklı disiplin semiyotiğin geliştirdiği
yöntemlerle incelenir.
S E M İ Y O T İ Ğ İ N T A R İ H Î G E L İ Ş İ M İ
İşaretlerin işlevi ve doğasıyla ilgilenen düşünce sistemi oldukça zengin
ve değişik geleneklere dayanmasına rağmen, anlam ve bildirişim (communication)
eski Yunan medeniyetinden beri felsefe, mantık, gramer, epistemoloji ve diğer
alanlarda yazılan batı yazınında kendini göstermektedir. Bununla beraber
Saussure ve Peirce’in yazılarından önceki dönemlerde gelişen işaret teorisi ile
ilgili çalışmalar bu günkü anlamda semiyotik sayılmazlar. Benzer bir durum
Hint, Çin, Japon ve Arap metinlerinde görülen işaret ile ilgili fikirler için
de geçerlidir. Fakat işaret teorisinin erken dönemlerdeki yansımalarını ortaya
koyan bu görüşlerin semiyotiğin tarihî gelişimine katkıda bulunduğu da bir
gerçektir. Nitekim Aristo, Stoacılar, St. Augustine, Poinsot ve Locket gibi
felsefecilerin çalışmaları Saussure ve Peirce’ten önceki semiyotik tarihinde
önemli bir yer tutar. Aristo, şiir, retorik ve mantık üzerine yazdığı yazılarda
işaret teorisinin önemini belirtmiştir. Stoizm ise Atina’da Citium Zenoları
(Citium of Zeno) tarafından kuruldu. Stoacılar, dünya görüşlerindeki cosmoz’u
yöneten sebep ve logos tartışmaları bağlamında işaret teorilerine dair
ayrıntılı bilgi verirler. Augustin ise gerek zamanında, gerekse yaşadığı
devirden önceki dönemlerde gelişen işaret teorilerini geniş bir şekilde
açıklamıştır. O, işarete dair düşünceleri bilgi kavramıyla ilişkilendirmek
suretiyle tartıştı ve orta çağ dil felsefesinden güçlü bir şekilde etkilenen
yeni bir işaretler tasnifi ortaya attı. John Poinsot ise (1589-1644) genellikle
semiyotik üzerine yapılmış ilk sistematik inceleme olduğu düşünülen İşaret Tezleri (Tractatus de Signis)
başlıklı eserini kaleme aldı. Semiyotik terimine gelince, bu terim tarihte ilk
defa John Locke (1632-1704) tarafından İnsan
Algılayışı Üzerine Denemeler (Essays Concerning Human Understanding, 1690)
başlıklı eserde kullanıldı. Locke semiyotik terimini idealar ve işaretlerle
ilgili bir terim olarak düşündü ve eserinde bu terimi ilk defa tafsilâtlı bir
şekilde açıklamaya çalıştı. Locke’un başlattığı bu girişimden sonra, semiyotik
epistemolojik sorgulamaların ön varsayımına işaret eden temel bir disiplin
hâline geldi.
S A U S S U R E’ Ü N S E M İ Y O L O J İ S İ
Ferdinand de Saussure 1907-1911 tarihleri arasında verdiği derslerde dile
ve bildirişime (communication) dair daha önce benzeri görülmemiş teorilerini
ortaya attı. Saussure’ün öğrencilerinden Charles Bally ve Albert Sechehaye, hocalarının verdiği derslerden tuttukları
notlarla diğer öğrencilerin notlarını toplayarak iki yıllık yoğun bir
çalışmadan sonra Saussure’ün görüşlerini hem çağdaşlarına hem de gelecek
kuşaklara ulaştıracak özgün bir bileşime ulaştılar. Böylece Saussure’ün meşhur
eseri Cours de linguistique générale
(Paris, Payot Yayınevi) başlığı altında 1916’da yayımlandı. Kitap, Berke Vardar
tarafından Genel Dilbilim Dersleri
bağlığı altında Türkçe’ye tercüme edildi ve 1985’te Ankara’da basıldı. Genel Dilbilim Dersleri geçtiğimiz
yüzyılda (20.Yüzyıl) bilime yeni ufuklar açan temel kitaplardan biri haline
geldi. Saussure’ün bilhassa dil ve dilbilimsel işâret ile ilgili geliştirdiği
teori ile semiyoloji diye adlandırdığı yeni bilime dair belirlediği hedefler,
beşeri ve sosyal bilimlerde çok sayıda disiplinin amaçlarını ve terminolojisini
esas alan metodolojilerin tamamını doğrudan etkiledi.
Saussure’ün düşüncesinin temelini dile ve dili oluşturan dilbilimsel
işarete yönelik getirdiği yeni tanım oluşturmaktadır. Saussure ilk olarak Langue/Dil ve Parol’ü/Söz birbirinden ayırmakla işe başladı. (Langue/dil: somut
bir sistem olan ve kendi kendini düzenlediği düşünülen dil). (Parol/söz:
konuşucunun kişisel konuşmasını içeren aktüel söyleyiş). Saussurcü dilbilim
langui/dili parolü meydana getiren somut söyleyişlerden çok dilin soyut biçimi
gibi incelemeyi tercih etmişlerdir. Meşhur bir istiareye başvuran Saussure langue olarak kabul ettiği dili bir
satranç oyununa benzetir. Langue satranç oyunundaki kurallardır. Buna karşılık parol satranç oyuncusunun oynadığı
kendine mahsus oyundur. Satranç oyunu, parol
olarak kabul edilen dile karşılık gelecek şekilde oynanır. Dil (Langue)
herhangi bir bireysel isteğe veya tercihe bağlı değildir; dilin gayri şahsi
yönüdür. İşlevlerini bağımsız olarak gerçekleştirir. Dil(Langue) oluşturan ses
değildir. Ses sadece düşüncenin aracıdır. Tek başına varlıktan yoksundur. Dil
yetisinin hem bireysel tarafı hem de toplumsal tarafı vardır. Bunlardan biri
olmadan öbürü düşünülemez. Dil yetisinin kapsadığı şeyler ve çalışma şekli
sosyal gelenekle belirlenir. Dildeki işaretlerin biçimsel ağına dayanan
kurumsal bir tarafı vardır. Yerleşik bir sistem olduğu kadar, kendi içinde bir
tekâmülü içerir. Yani hem çağdaşın kurumu hem de geçmişin kurumudur.
Saussure dilbilimsel işareti akustik imaj yada işaretleyen ile kavram
yada işaretlenen diye birbirinden ayrılan ikili bir varlık olarak tanımlar.
Yani işaretleyenin korelasyonu. İşaret veya işaretin kendisi ne işaretleyen ne
de işaretlenendir. Onlar sadece birbirleri arasındaki yapısal ilişki sayesinde
bir işaret durumuna geçerler. Belirli bir işaretleyen ile onun karşılığı olan
işaretlenen arasındaki bağ Saussure’ün görüşüne göre tamamen keyfî bir bağdır.
Onları birleştiren herhangi bir doğal güdüleyici yoktur. Fransızca’daki Cheval,
İngilizce’deki horse, Almanca’daki pferd ve Türkçe’deki At kelimeleri tamamen
aynı kavrama gönderme yaparlar. Bizim bir kavramla gelişigüzel birleştirdiğimiz
belirli bir ses-imaj keyfiliğine dayanırlar. İşaretleyen ve işaretlenenin bir
arada oluşu bir kâğıt parçasının iki yüzünün bir arada oluşuna benzetilebilir.
Birleştirilmiştir fakat birbirinden ayrıdır.
Saussure’ün dil ile ilgili diğer bir keşfi de şudur: Saussure olumlu bir
görüş olmamakla beraber, dilde yalnızca farklılıkların bulunduğu konusunda ısrar
eder. Başka bir ifadeyle, Saussure göre, hiçbir dilbilimsel işaretin kendi
başına bir anlamı yoktur. Anlam sistematik bir işaret ile diğer işaretlerin
arasındaki oppozisyonla elde edilir. Fonolojinin bakış açısından bakarsak,
“cat” “cap” veya “bat” ile oppozisyonel bir ilişki neticesinde anlamlı hâle
gelir. Saussure farklı merkezlerden gelen bu ilkeyi, dil çalışmalarını daha da
belirginleştirmek için fonolojiyle genelleştirdi. Daha sonraki dönemlerde,
Saussurecü semiyotikçiler sistemin bireysel birimlerinin sadece oppozisyonlar
veya farklılıklar yoluyla anlamlı hâle geleceğini söylediler. Anlam sistemin
öğeleri arasındaki ilişkilerin belirlenmesiyle ortaya çıkar.
Saussure’ün dilin sentagmatik ve paradigmatik ekseni üzerine yaptığı
ayrım Saussure düşüncesinin en önemli yönlerinden birisini meydana getirir.
Sentagmatik eksen dilbilimsel birimlerin ve onların seri halindeki karışımının
çizgisel bir şekilde birleşiminden meydana gelir. Paradigmatik eksen ise
tercihe dayanmayan fakat belirli bir söyleyiş sayesinde tercih edilen
işaretlerin birbirinin yerine ikâme edilmesiyle oluşur. Seçilen dilbilimsel
işaretlerin birbirine yakın anlamlı olmasına dikkat etmek gerekir. Saussure,
dil kavramının merkezî noktasını oluşturan paradigmatik eksen ile sentagmatik
eksen arasında böyle bir ayrım yapmak suretiyle, dili kullanma esnasında okurun
zihinsel faaliyetinin iki farklı biçiminin farkındalığını attırmayı
amaçlamıştır. Bunlardan ilkine göre, anlam, her bir öğenin anlamını kendini
takip eden ve kendisinin yerine geçen diğer öğenin anlamıyla olan zıtlıkları
sayesinde kazandığını ileri süren çizgisel tarzdaki öğeler toplamıdır (in praesentia). İkincisi ise, bir öğenin
diğerinin yerine geçme olasılığı neticesinde iki öğenin paylaştığı
müştereklikler temelinde na-mevcut olan öğe (in absentia). Saussure’ün sentagmatik eksen ile paradigmatik eksen
üzerine yaptığı tanım, daha sonraki dönemlerde, bilhassa istiare ve mecaz-ı
mürsel gibi sanatlar üzerine yapılan incelemelerde oldukça etkili sonuçlar
doğurmuştur.
Saussure senkroni ile diyakroni arasında da bir ayrım yaptı. O,
diyakronik dil incelemesini, yani tarihteki gelişmeleri temel alan dil
incelemelerini tamamen bir kenara bıraktı. Saussure, dil incelemeleri yaparken
senkronik yöntemi tercih etti. Bununla belirli bir zamanda, belirli bir
sistemdeki işaretlerin işlevsel ilişkisinin incelenmesini önerdi. Saussure’ün
yaptığı bu ayrımın da daha sonraki semiyotik incelemeler üzerinde ciddi
etkileri oldu. Senkronik görüşün avantajı bağımsız bir işlevsel sistem olarak
düşünülen dilde yapısal ilişkilerin ve fonksiyonların ön plana alınmasından
ileri gelir.
Saussure’ün temelde dilin keyfîlik özelliği üzerinde durması ve dilin
farklı fonksiyonlarına ağırlık vermesi, onun daha sonraki semiyotik
incelemelere çok önemli katkıları olduğunu ortaya koymaktadır.
P E İ R C E’ Ü N S E M İ Y O T İ Ğ İ
Charles Sanders Peirce’ün geliştirdiği ve biçimlendirdiği işaret tanımı
bazı açılardan Saussure’ün tanımından ayrılmaktadır. İlk olarak, Saussure’cü
kavramlar semiyotik incelemeleri hakim inceleme metotları durumuna getirme
eğilimindedir. Daha sonraki yıllarda Peirce’ün fikirlerinin etkisi semiyotik
dairede oldukça genişlemiş ve Saussure’ün fikirlerine önemli bir rakip haline
gelmiştir. Peirce’ün düşünceleri özel durumlarla ilgilidir (idodycratic) ve bu fikirleri anlamak
oldukça zordur; Uzun zamandan beri, sadece belirli bir bölümü uygulamaya
elverişli hâle gelmiştir. Her ne kadar, her biri 600’er sayfalık yaklaşık iki
düzineye yakın ciltte toplanmış olan Peirce’ün felsefî eserlerinin yeni baskıları
yapılsa da, bazı eserleri henüz basılma aşamasındadır ve düşüncesinin etkisi
gittikçe artan bir şekilde genişlemektedir.
Bir mantıkçı olan Peirce, daha çok bilgiyle ve soyut düşünceyle ilişkili
işaretlerle ilgilenmiştir. O işaretlerin yorumlama ve üretim süreçleri olarak
kabul ettiği semiosise dikkati
çekmiştir. Peirce, semiosisi hayatın
kendisiyle bir arada olan bütün realitelerin temeli olarak görür. Saussure
işareti iki terim arasındaki yapısal ilişki gibi gördü ve işaretin ikili (dyadic) yönüne dikkati çekti. Buna
karşılık Peirce işaret ile ilgili başka bir görüş ileri sürmüştür. Peirce’e
göre işaret triadic/üçlü dür. (A sign
is triadic). Peirce’çü işaret hem kendi nesnesi (işaretin gönderme yaptığı şey)
hem de kendi yorumuyla (interpretant; işaretin ürettiği yaklaşık fikir)
ilişkilendirilmek suretiyle oluşturulur. Peirce’ün interpretant kavramı onun işaretler üzerine geliştirdiği düşünceyi
diğer düşüncelerinden ayırmaktadır. İnterpretant
aslında, kendi kendiliğinden bir işarettir. Çünkü zihinsel etki veya düşünce
nesne ile işaretin ilişkilendirilmesi yoluyla genelleşir. Buna ilâve olarak, interpretant anlama ve yorumlama
süreçleri yoluyla, işaretin ötesinde, daha doğrusu interpretantın da ötesinde bir üretim süreci demektir. Peirce yeni
yorumlamaların daimî üretimine dayanan bu ardı ardına gelen süreci zihinle
ilgili sınırsız süreçlerin biçimsel yapısı olarak tanımlar. Peirce’ün işaret
kavramı bir yandan ikâme ile ilişkiliyken öte yandan yorumlamayla ilişkilidir.
İşaret kendisinin de ötesinde başka bir şeyin yerine geçer. Birbirini takip
eden/ardsıl (successive) yorumlamaya bağlı olan işaret bilginin de ötesine
geçen bir şeydir.
Peirce, işaret ile ilgili yaptığı tanımlamaya ilaveten, işaretleri tasnif
etmek için yeni bir sistem tasarlamıştır. İşaretlerin sadece işaret olan
nitelikleri, işaretlerin nesneleriyle ilişkileri, işaretlerin interpretantlarıyla ilişkileri. Yani
Peirce, işaret tasnifinde bu üç model arasında yaptığı ayrımdan yola çıkmıştır:
Birincisi, ikincisi ve üçüncüsü. Birincisinde şeylerin niteliğini ve kendi
kendilerinde olan niteliğini anlatır. Örneğin kırmızılık kırmızı nesnenin
niteliğidir. İkincisi ise birincisi diye nitelediklerinden miras kalan
özelliklere benzemeyen aktüel olaylara aittir. İkicisi nispeten başka bir şeyle
veya başka bir şeye yönelik tepkiyle gerçekleşir. Üçüncü ise varlığın çok daha
karmaşık modeline dayanır; birincisiyle ikincisinin birbiriyle ilişkisinden
ileri gelen genel kavramları ve kanunları belirginleştirir. Peirce’ün tasnif
ettiği işaret grupları arasındaki ikon
indis ve sembol üçlemesi daha sonraki teorisyenlerin ve semiyotik öncülerin
oldukça fazla dikkatini çekmiş ve pek çok teorisyen bu üçleme üzerine
çalışmalar yapmıştır. İkon nesneye
benzeyen işarettir. Bir kişiye benzeyen ve onu temsil eden portre bir ikon olabilir. Nesneye fizikî yakınlıkla
ilişkilidir. Sigara ve duman arasındaki ilişkiye bakarsak, bu ilişkinin indis ilişkisi olduğu rahatlıkla
görülür. Sembol ise temsil ettiği
nesnenin bazı gelenekleri ve kurallarıyla ilişkisine dayanır. Geleneksel açıdan
belirli bir kavramdan ortaya çıkan dilbilimsel işaret bir semboldür. Peirce ikon, indis ve sembolün sadece
birkaç örneğe dayandığına dikkat çekmiştir. Gerçekte bu tür işaret tipleri
birbirinin ilâvesinden başka bir şey değildir.
Peirce’ün üçlü işaret düşüncesi ve interpretant
yoluyla semiosise yaptığı açıklama
yirminci yüzyıl semiyotikçileri üzerinde oldukça etkili olmuştur.
S E M İ Y O T İ Ğ İ N E D E B
Î E L E Ş T İ R İ Y Ö N T
E M L E R İ
Ü Z E R İ N D E K İ E T K İ
S İ
Semiyotiğin edebiyat inceleme yöntemlerini etkilemeye başlamasından
sonra, edebî metin incelemeleri tematik inceleme dairesinden tamamen çıkmış,
bunun yerine metnin yapılarına ve yapılar arasındaki ilişkilere odaklanan
inceleme yöntemleri önem kazanmıştır. Erken dönemdeki edebî metin
incelemelerinin çoğu genellikle metnin anlamıyla ilgileniyordu. Buna karşılık
semiyotik, metni birbirleriyle karşılıklı etkileşime giren işaret kalıpları
olarak gördü ve metnin anlamını bu işaretlerin nasıl meydana getirdiği sorusu
üzerine yoğunlaştı. Semiyotiğin etkisiyle birlikte, edebî metin incelemeleri
oldukça sistematik ve oldukça bilimsel incelemeler hâline geldi. Semiyotik
anlamı doğal bir olay olmaktan çıkardı; anlamı kodlar ve geleneklere dayanan
yapılar olarak gördü. Böylece semiyotikçiler, metnin yazarın kişisel ruh ve
hayal dünyasının anlatan bireysel bir ifade olarak yorumlanmasını gittikçe
artan bir şekilde eleştirmeye başladılar.
S E M İ Y O T İ K V E Ş İ İ R
Sovyet edebiyat teorisyeni Jurii Lotman’ın ve Fransa doğumlu Amerikalı
eleştirmen Michael Riffaterre’in çalışmalarıyla birlikte, şiir analizleri
açısında son derece önemli yeni metotlar gelişti. Fikirlerini ve metotlarını
Rus Biçimcilerinden alan Lotman, aynı zamanda
Tartu Semiyotik Okulunun
kurucusudur ve öncü bir edebiyat teorisyenidir. Lotman Rus Biçimcilerinden
aldığı metin analizi yöntemlerini daha da geliştirmeyi başarmış bir isimdir.
Lotman’ın 1970’de yayımladığı Sanatkârâne
Metin Yapısı (The Structure of the Artistic Text) ve Şâirâne Metin Tahlilleri: Şiirin Yapısı (The Analysis of the Poetic
Text: The Structure of Poetry, 1972) başlıklı eserleri Sovyet edebî
semiyotiğinin temel eserleri arasında yer alır. Lotman saf şiir metinlerinin
oldukça karmaşık olduğuna, bu metinlerin hiyerarşik bir sisteme dayandığına ve
saf şiirdeki her unsurun diğer unsurlarla korelasyona girdiğine dikkat
çekmiştir. Lotman’a göre her edebî metin vezin, kâfiye ve leksik birimler gibi
birkaç sistemi üzerinde taşır. Metnin okur üzerinde bıraktığı etki bu değişik sistemler
arasındaki gerilim ve çatışmalardan kaynaklanır. Lotman metindeki tekrarlanan
öğeleri ayırmak ve böylece metnin görünen organizasyonun belirlemek için
zıtlıklara ve mukayeseye dayalı yeni bir metot geliştirdi. O metnin işleme
düzenini gün ışığına çıkaran kurallar sistemini açıklamaya ve mevcut
kurallardan sapmaları belirlemeye çalıştı. Lotman, metindeki sapmaların
varlığını okurların algılayış tarzına bir meydan okuma olarak kabul etti.
Lotman’a göre, bu okuma süreçleri edebî geleneklerle inşa edilir. Edebî
gelenekler ise mevcut okuma süreçlerinden sapmalarla oluşur. Lotman
edebiyattaki bu gelişme-oluşum süreçlerini edebî tekâmülün temelli görünümü
olarak kabul eder.
Rifaterre, Saf Şiirin Semiyotiği
(Semiotics of Poetry, 1978) başlıklı
eserinde şâirâne metinlerin iki düzeyi arasında yaptığı köklü bir ayrımdan yola
çıkmıştır: taklit ve anlam (mimesis
ve significance) (taklit: silsile
hâlindeki bilgi birimleri dizisi olan realitenin temsili olarak metin; anlam: yorumlar yoluyla inşa edilen
yegâne semantik birim olarak metin.) Metnin semiosis
ve edebîlik düzeyinde kavranması demek, okurun metni göndergesel olarak
okunursa, belirli öğeleri anlamada başarısızlığa düştüğü düzey olan taklit (the mimetic level) düzeyinden, anlamın
kinâyeler ve imâlarla kendi kendini ifade ettiği düzeye dayalı anlama düzeyine (level of signifigance)
ulaşması demektir. Bir okurun metnin taklitsel (mimetic) düzeyinden anlama
düzeyine geçmesi için, Riffaterre’nin hipogram
(hypogram) diye adlandırdığı semantik matrisi
tanımada ve burada manevra yapmada (manipulating) başarıya ulaşması gerekir.
Riffaterre’nin hipogram ile kelime, klişe, cümle ve geleneksel birleşim
gruplarını anlatmak istediğini belirtmek gerekir. Hipogram hem metindeki dış unsurlarını bünyesinde toplar hem de metni
genelleştirir. Hipogram metnin
anlamının mütekâbili değildir; fakat metindeki anlamsal keşiflere bağlıdır.
Rifaterre Saf Şiirin Semiyotiği
başlıklı eserinin ilk birkaç bölümünde bu süreçlerin nasıl oluştuğunu defalarca
ispatlamıştır.
S E M İ Y O T İ K VE H İ
K Â Y E
Anlatmaya (narrative) veya anlatıbilime (narratology) dair semiyotik
incelemeler, 1920’li yıllarda anlatıların fonksiyonlarını veya temel vaka
tipolojilerini formülleştirmek için çaba sarf eden Rus Biçimcilerinin
araştırmalarıyla başlamıştır. Viladimir Propp’un 1928’de yayımlanan Morfologia skazki (Masalların Morfolojisi)
başlıklı eseri sonraki dönemlerde yapılan anlatı semiyotiği araştırmalarında
son derece etkili olmuş bir kitaptır. Prag
Okulu Teorisyenleri (1926 - 1948) Rus Biçimcilerinin başlattığı anlatı
semiyotiği araştırmalarını devam ettirdiler ve bu alandaki çalışmaları epeyce
genişlettiler. Narrotoloji bilhassa 1960 ve 1970’li yıllarda Fransa’da gelişti
ve Roland Barthes, Tzvetan Todorov, Gérard Genette ve A.J. Greimas gibi araştırmacılar
oldukça önemli teoretik ve eleştirel analizlere imza attılar.
Barthes’ın 1966’da anlatıların yapısal analizi üzerine yazdığı bir makale
(L’Analyse structurale des
récits/Anlatıların yapısal Analizi), varsayım ve metotları sonradan
değiştirilip yenilenmesine rağmen, narratoloji alanında yapılan önemli
çalışmalardan biridir. Söz konusu makalesinde Barthes anlatı metninin ayırıcı
yapısal birimlere dönüşümünü ortaya koymaktadır: fonksiyonlar ve indisler
(karakter, atmosfer vb. işaretleyiciler). Böylece Barthes genelde anlatı
esasına dayalı metinlere yönelik uygulanabilir bir yapısal analiz modeli
önermeye çalışmıştır. O, 1970’te yayımlanan Z/S
başlıklı eserinde ise Balzac’ın Sarrasine
adlı hikâyesini analiz etmiş, 1966’da metni yapısal birimlere ayıran
anlayışından vaz geçmiştir. Hatta Barthes metnin çok anlamlılığı üzerinde
durmuş metni anlamın çok düzeyli dinamik bir oyunu olarak kabul etmiştir.
Yapısal Semantik (Sémantique Structurale: 1966), Anlam Üzerine (Du sens: 1970), Maupassant:
Metinsel Semiyotik (Maupassant: Textuel Semiotics: 1976) başlıklı
eserlerinde Greimas anlatı esasına dayalı metinlerden hareketle olay örgüsünün
temel kurallarını ortaya koydu. Greimas’ın geliştirdiği olay örgüsü kuralları
yapısal dilbilimi kavramlarından çıkarılan kurallardır. Esasında Greimas anlatı
esasına dayanan metinlerin tamamında altının çizildiğini düşündüğü derin yapıyı aramıştır. Greimas’ın
aktant (actantial) modeli cümle analizlerinin olay örgüsü analizlerine
uygulanmasından çıkarılmıştır. Benzer bir durumu Propp’un anlatı analizlerinde
de görmek mümkündür. Greimas’ın görüşüne göre herhangi bir olay örgüsü özne ve
nesne, gönderici ve alıcı, yardımcı ve düşman kişi gibi çiftleştirilmiş aktant
modellerine indirgenebilir. Greimas bir teoretik model oluşturmak için anlam
süreçleri olarak Saussurecü ve Jakopsoncu çiftli oppozisyon kavramını
kullanmayı tercih etmiştir. O , mananın başlangıç yapısının hesaba katılması
gereğine işaret etmiştir. Anlatılara semiyotik kare diye adlandırdığı dört
terimli bir homoloji uyarlamıştır. Greaimas’a göre semiyotik kare anlatıların
temel yapısından olan bir yapıdır. Semiyotik kareyi hayat ve ölüm ve bu
terimlerin alternatifleri olan hayat dışı (non-life) ve ölüm dışı (non-death)
gibi terimler arasındaki zıtlıklar ve opozisyonlarla biçimlendirmiştir.
Terimler arasındaki bu tür oyunlara rağmen, söz konusu terimler belirli bir
hikâyenin olası aksiyonlarının tamamını içine alan terimlerdir.
S E M İ Y O T İ K V E T İ Y A T R O
Semiyotik bakış açısının tiyatro incelemelerine uyarlanması 1930’lu
yıllarda Prag Okulunun çalışmalarıyla
başlamıştır. Prag Okuluna mensup
teorisyenler yazdıkları yazılarda tiyatroyla ilgili işaretlerin tasnifi,
belirlenmesi ve bu işaretlerin sahnedeki işlevlerinin doğası gibi konuları ele
almışlardır.
Polonyalı bilim adamı Tadeusz Kowzan 1968’de yayımlanan dikkat çekici bir
makalesinde tiyatroya dair işaretlerde tespit ettiği 13 sistemli bir tasnif
önermiştir. Tiyatro ile ilgili işaretlerin tiyatrodaki performans boyunca
karşılıklı etkileşime girdiğini belirten Kowzan, bir işaret sistemi olarak
gördüğü tiyatronun ayrı türdenliğini/heterogeneity) ve karmaşıklığını dikkate
almak için dilbilimsel bir model ileri sürer. Günümüzde genel olarak dramatik
metin incelemelerine semiyotik metotların uygulaması yönünde bir eğilim
bulunmaktadır. Bu eğilim daha çok metnin performansı ve tiyatro seyircisi
incelemelerinde tiyatroyu semiyotik bir nesne olarak kabul eden araştırmalarda
karşımıza çıkar(Daha fazla bilgi için Performans Eleştirisine bk.). Son
zamanların en önemli tiyatro semiyotiği araştırmacılarından biri olan Partice
Pavis’in eserinde bazı ilginç noktalara temas edilmiştir. Pavis’in Problémes de sémiologie théatrrale (Tiyatro Semiyolojisinin Problemleri
1976) başlıklı eseri semiyotik yaklaşımların tiyatroya uygulanmasına dair temel
konuları ele alan bir kitaptır.
S E M İ Y O T İ Ğ İ N D İ Ğ E
R E K O L
V E Y A K L
A Ş I M L A R L A İ L İ Ş K İ S İ
Marksist eleştirmenlerin çoğu semiyotiği biçimci, tarihsel, tepkiye
dayalı ve burjuva ideolojileriyle iç içe girmiş bir eleştiri yöntemi olmakla
suçlamışlardır. Çünkü Marksist eleştirmenlere göre semiyotikçiler yorumu
metinsel işaretlerin karşılıklı etkileşimlerine ve iç yapıya dönük
hiyerarşilerine bağlı olan gayri şahsi sistemler olarak gördükleri için edebî
metinlere senkronik olarak yaklaşma eğilimindedirler (bk. Marksist Eleştiri ve
Materyalist Eleştiri). Bazı Marksist eleştirmenlere göre ise Peirce’ü ve
Saussure’ü takip eden semiyotikçiler, metin analizlerinde metnin göndergelerini
dışta tutarak bir bakıma tarihin önemini reddetmiştir. Bununla beraber,
bilhassa Louis Althusser gibi diğer Marksist düşünürler dil ve metinsellikle
ilgili semiyotik yaklaşımlarla ideolojiyi ve sosyal ilişkileri birleştirme
eğilimindedir.
Feminist eleştirmenler ise semiyotikçileri bir yandan uyarırken, öte
yandan onlara sempatiyle yaklaşmışlardır. Semiyotikçiler gayri şahsî sistemler
içindeki biçimsel yapıları incelediklerinden dolayı, bazı feministler
semiyotikçileri yanlış bir nötr sistemin yanı sıra erkek öznesi bakış açısını
gizlemeye çalışmakla suçlamışlardır. Diğer feminist eleştirmenler ise
smiyotikçilerin anlamı sosyal açıdan yapılmış, kültürel açıdan ise sınırları
çizilmiş bir varlık olarak ele almalarından memnun olmuşlardır. Kısaca anlamı
ne doğal bir şey ne de Allah vergisi bir şey olarak gören feminist iddialara
semiyotik büyük ölçüde katkıda bulunmuştur.
Semiyotiğe yönelik dikkat çekici bir eleştiri de Fransız filozof Jacques
Derrida’nın bazı eserlerinde görülür. Derrida, semiyotiğe dair görüşlerini De la Grammatologie (Gramatoloji, 1967) başlıklı eserinde
benimsediği yapısökücülük tavra bağlı açıklamıştır. Söz konusu eserinde
Derrida, dili ve metinselliği ele alış tarzı bakımında Saussure’den büyük
ölçüde ayrıldığından dolayı, Saussure’ün dil ve dilbilimsel işaret
kavramalarını eleştirmekle işe başlar. Derrida’ya göre, Saussure’ün dili işaret
ve gönderge arasındaki keyfi ilişkiye ilave olarak işaretleyen ve işaretlenen
arasında belirlenen ilişki şeklinde görmesi özden çok biçim üzerinde duran bir
anlayıştır. Bununla beraber, Derrida Saussure’ün işaretleyenin malzemeselliğini
ve konuşma diline imtiyazlı bir hâle getirmesini takdire değer bulur. Derrida
bu ikilem sayesinde, Derrida sadece konuşma dilinden çıkarılan yazıyı ikinci
plana almıştır. Buna ilave olarak, Derrida’nın görüşü, genel anlamda batı
düşüncesini tamamen kuşatmış olan varlığın metafiziğine doğru giden bir eğilim
taşımaktadır. Deerida, Batı geleneğinde, sezginin ve mevcudiyetin (precence)
yanılsamasıyla oluşan konuşma dilinin daima dilin bizzat kendi özünü temsil
ettiğini ileri sürmüştür. Nitekim, Batı düşüncesi varoluşu ifade etmede dilin
imkânları dikkate alındığında, kendi kendisinin hatalı yoldan gitmesine izin
veren bir düşüncedir. Derrida’nın düşüncesine göre, Saussure’ün dilde pozitif
şartlar bulunmadığı, sadece oppozisyonel farklılıklar olduğu görüşünde ısrar
etmesi yerinde bir tutumdur. Bununla beraber, Saussure, bu bakışın mantıksal
sonuçlarını takip etmede başarısızlığa düşmüştür. Derrida Saussuredeki
farklılık kavrayışının (notions) yerine, dilin temel bir unsuru olarak gördüğü différance kavrayışını ikâme etmiştir. Différance kavramı dilin sadece
dilbilimsel izlerde ve bu izlerin rotasında kalan anlamdaki daimî erteleme ve
ayrışma sürecini işlettiğine işaret eder. Bu izler (traces), Derrida’ya göre
Saussure dilbilimindeki işaretlerin yaptığı gibi, belirli bir olgunluğu ve
varlığı temsil eden izler değildir. Bunun yerine, söz konusu izler anlama doğru
giden fakat asla sona ermeyen bir hareketin sınırlarının çizilmesini sağlar. Derrida yazıya olumsuz olarak baktığı için,
Fransız filozofun ortaya attığı yazı kavramı, edebiyat eleştirmenlerinin
metinsellik ile ilgili görüşlerinin önemli ölçüde değişmesine sebep olmuştur.
Bir psikiyatrist ve eleştirmen olan Jacques Lacan Freudcu psikanalist düşünce
ile Saussure sonrası dilbilimi gelişmelerini eserlerinde eritmeyi başarmış bir teorisyendir. O, beşerî
öznelliği dilin belirlediğini, bu belirlemenin Freud’un teorisindeki bilinç
altı ile aynı olduğunu ileri sürmüştür. Dil, bilinç altında olduğu gibi,
öznenin kontrolü dışında gelişen gayri şahsî bir sistemdir. Bu sistemi bir
kenara bırakmak mümkün değildir. Psikoseksüel süreçler aslında dilbilimsel bir
tarzda harekete geçer. Bu görüşüyle Lacan, Freudcu modeli de belirli ölçüde
değiştiren bir bilim adamı olarak tanınır. Jacques Lacan’a göre, iletişim ve
anlam vermedeki dilbilimsel aktlar bilinç dışıyla yakından ilişkilidir; hatta
bilinç dışının bizzat kendisi dil gibi inşa edilmiştir. Lacan, Freud’un baskı
altına alma süreçleri teorisini dilin fonksiyonlarıyla birleştirirken,
Saussure’ün ortaya attığı işaretleyen ve işaretlenen arasındaki ilişkiyi biraz
daha ileriye götürmüştür. Lacan’a göre, işaretleyen ile işaretlenen arasında
bir engel vardır. Bu engel hem işaretleyen ile işaretlenenin asla denk düşmediği
dilin değişen işlevlerinden hem de nesnelliğin merkezî noktasında bulunan ve
ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir boşluğun veya engelin temsil
edilmesinden ileri gelir. Lacan’ın dildeki arzu düşüncesi Derrida’nın Différancé
fikriyle benzerlik gösterir. Lacan, dilin düşünülmemiş bilgiyi ve varlığı
taşıyabileceğine dair bütün varsayımların birer yanılsama olduğunu iddia eder.
Lacan’a göre, öznelliğin yapısındaki en önemli hareket hayalî olandan sembolik
olana geçiş yapan özne hareketidir. Öznenin semboliğe geçiş yapması dildeki
ayrı tutulmuş etkileri öznenin tanımasını icap ettirir. Diğer bir ifadeyle dil
anlamı tam olarak sunamaz.
Görüldüğü gibi, geçtiğimiz yüzyılda semiyotik metotlar pek çok sahaya
uygulanmış ve semiyotik teorileri belirginleştirmeye yönelik yoğun çalışmalar
yapılmıştır. Birbirinden farklı ve oldukça geniş bir sahaya ait olan nesneler
semiyotik metotlarla analize tabi tutulmuştur. Semiyotikçiler tarafından ortaya
atılan metotların ve kavramların genişleme ve inceltilme süreci devam etmektedir.
Semiyotik rüzgârdan gelen enerjinin bilimin pervanesini daha yıllarca
döndüreceğine kuşku yoktur.
T e m e l K a y n
a k l a r
Barthes, Roland. Semiyolojin
Öğeleri/Elements of Semiology. New York: Hill and Wang, 1967.
Anlatıların Yapısal Analizine
Giriş/Introduction to the Structural Analysis of Narrative. New York: Hill
and Wang,1977.
S/Z. New York: Hill and Wang.1974.
Derrida,
Jacques. Gramatoloji/Of Grammatology.
Baltimore: John Hopkins UP, 1964.
Garvin, Paul.
Ed. Prag Okulunun Estetik, Edebî Yapı ve
Üslup Üzerine Çalışmları/A Prague School
on Esthetics, Literary Structure and Style. Washington: George town UP,
1964.
Greimas,
Algirdas Julien. Anlam; Semiyotik Teori
Üzerine Seçilmiş Yazılar/On Meaning; Selected Writing in Semiotic Theory.
Minneapolis: U of Minnesota P, 1987.
Jakopson, Roman.
Edebiyatta Dil/Language in Literature.
Cambridge: Harvard UP, 1987.
Lacan, Jacques. Ecrits: A Selection. New York: Norton,
1977.
Lotman, Yury. Şiirsel Metin Analizleri/Analysis of the
Poetic Text. Ardis, 1976.
Sanatkârane
Metnin Yapısı/The Structure of the Artistic Text. U of Michigan P, 1977.
Pavis, Partice. Tiyatro Semiyolojisinin
Problemleri/Problémes de sémiologié théatrale. Montreal: U of Quebec P,
1976.
Peirce, Charles
Sanders. Makale Külliyatı/Collected
Papers. Cambridge: Harvard UP, 1931-58.
Riffaterre,
Michael. Şiir Semiyotiği/Semiotics of
Poetry. Bloomington: Indiana UP, 1978.
Saussure,
Ferdinand de. Genel Dilbilim
Dersleri/Course in General Linguistics. Ankara: 1985.
İ k i n c i l K a y n
a k l a r
Eagleton, Terry.
‘Yapısalcılık ve Semiyotik’/Structuralism and Semiotics’. In Literary Theory:
An Introduction. Minneapolis: U of Minnesota P, 1983.
Eco, Umberto. Semiyotik Teori/A Theory of Semiotics.
Bloomington: Indiana UP, 1976.
Innis Robert E.,
ed. Semiotics: An Introductory Anthology,
Bloomington: Indiana UP, 1985.
Sebeok, Thomas
A., ed. Ansiklopedik Semiyotik
Sözlüğü/Encyclopedic Dictionary of Semiotics. Berlin: Mouton de Gruyter,
1986.
[1] Bu makale John Stout
‘Semiotics’ başlıklı makalesinin Türkçe’ye çevrilmesinden meydana
getirilmiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder